jueves, 3 de septiembre de 2015

sonunda güney amerika'da olduğumu hissettim

şili...

daha şehre varmadan buranın farklı olacağını hissediyorduk; insanların çehreleri değişti, daha yerli bir yüz yapısı geldi, manzara değişti, önce dağlık bir alan geldi, sonra belki aklımızda meksika ile özdeşleşen belimize kadar gelen kaktüsler geldi, gördüğümüz hayvanlar değişti, zihniyet değişti, arjantin'de gördüğümüzü avrupa zihniyeti gitti yerine daha lokal bir zihniyet geldi. 

güney amerika'dan beklediğimiz her şeyi bize şili verdi. belki de beklentilerimiz yanlış ya da gereksiz egzotikti. hani avrupalı turistin istanbul'a gelip deve görmeyi beklemesi, göremeyince de hayal kırıklığına uğraması gibi. belki bizi filmler ve cahilliğimiz yanılttı. bilemiyorum. 

ama şili andlar ve pasifik arasında sıkışmış kalmış bir ülke. sonradan öğrendiğimize göre daha savaşçı mapuçelerin ırklarını ve geleneklerini koruduğu (ve hâlâ da korumaya çalıştığı) dolayısıyla ispanyolların ve diğerlerinin atlantik okyanusu'na kıyısı olan ülkelerdeki kadar hâkimiyet kuramadıkları bir ülke. 

şili, bize hayalini kurduğumuz ve görmeyi umduğumuz her şeyi sundu. böylece kalplerimizi fethetti. 

santiago'ya geç vardık, yanlış hatırlamıyorsam 8 pm gibi. gündüz yolculuğu yapmak istedik biraz manzara görebilelim diye. doğru bir karar vermişiz, manzara değişik ve büyüleyiciydi. 

inanmazsınız otobüste +70 bir çiftle tanıştım ben. tabi ki de! arkadaş çevremden asla ödün vermiyorum. o kadar tonton ve tatlıydılar ki bize kendi sandviçlerini verdiler, cebimizde kalan son arjantin pesosunu şili pesosuyla değiştirdiler ki üstümüzde taksi parası olsun. yetinmediler, bize kıyamadılar, onları karşılamaya gelen torunları luis bizi otelimize kadar bıraktı! popülerim diyorum +70 çevresinde, dalga geçiyorum zannediyorsunuz ama değil:) 

ertesi gün manyaklar gibi erken kalktık (7 am) zira bizi pasifik okyanusu'nun kıyısında kurulmuş iki şehri gezdirecek bir tura katılma kararı aldık; valparaiso ve viña del mar.     

santiago'dan 1.5 saat mesafede
viña del mar tamamen bodrum tadına küçük bir tatil kasabası. bence pek bir numarası yok. ama bu beğenmedim anlamına gelmemeli zira pasifik okyanusunu ahir gözümle gördüğüm ilk yer kendisi. 

pasifik baby!
onun dışında bence yine bana hikayesiyle çok enteresan gelen bir heykel. sen gel pasifik'in ortasında paskalya adasında kendince yaşa, sonra hollandalılar/ingilizler gelip seni köle yapsın. medeniyet böyle bir şey işte. 

orjinal moai heykeli
sonrasındaysa valparaiso'ya gittik. burası bir yamaca kurulmuş ev üstüne ev inşa edilmiş çarpık yapılaşmanın başkenti olarak adlandırabileceğiniz bir yer. istanbul'dan hallice yani. pablo neruda'nın evini uzaktan gördük ama uzaktan gördüğüm bir evin fotosunu koymanın anlamı yok diye es geçiyorum. 

valparaiso'da beni benden alan şeyse....
denizaslanı gördüm yaa!!!
dedim ya size şili'ye geçince inek, koyun ve atları geride bıraktık hayvanlar değişti diye. dönüş yolunda bir yerde turistik amaçlı yerel bir şeyler satın alalım diye durduk. ahanda orada da lama gördüm, lama! ne tatil be kardeşim!     

çok enteresan ve keyifli bir gündü. pestilimiz çıkarak döndük otele ama cuma akşamı olduğu için inat ettik çıkacağız diye ve dünyanın en şık görünümlü ama en berbat restoranına gittik. garson ikide bir gelip ne sipariş verdiğimizi sordu. canlı müzik arabesk gibi bir şey çıktı, içim kıyıldı. balık yenmeliymiş şili'de dediler, balık sipariş ettik ellerinde kalmamış saçma sapan aperitifler yedik. neye el atsak elimizde kaldı anlayacağınız. biz de en hızlısından yeyip ödeyip kalktık. 

ertesi günüyse santiago'yu gezmeye ayırdık. onu da yarın yazayım mı? bugün her ne kadar evden çıkmasam ve kendimi tamamen çeviriye adasam da hâlâ 30 saatlik yolculuk yorgunluğunu üstümden atamadım. o da ayrı macera ya neyse...