martes, 29 de septiembre de 2015

rio baby! ve -the end-

otel odasından manzaralar - copacabana plajı
eda ve izzet'in restoranlarının açılışı cumartesi diye dur durak bilmeden çalışarak birkaç gün geçirdik. hatta cuma günü sabahın köründe (5 am) uyanıp dört bir koldan işe giriştik eda, izzet, sami ve ben. epey de yorulduk bakmayın. 

sanki tatilde olan ben değilmişim gibi güzel bir tatili hak ettiğimi düşündüğümden atladım otobüse rio'ya gittim. yalan, zaten gidecektim, tarih de belliydi ama olsun:) 

rio, plajda takılıp gün geçirecekseniz şahane ama yoksa şehir gezmesi yapayım iki müze, ören yeri göreyim diyorsanız unutun. 

3 günlük rio maceramın iki günü sadece yatarak, güneşlenerek, bira ve caipirinha yudumlayarak, anlayacağınız sırf keyif yaparak deniz kenarında geçti. unutmayın ki bu sene ben hiç yaz yaşamadım, istanbul'daki kışı bırakıp, montevideo kışına geçtim, şimdi tam burası bahara girecekken tekrar istanbul kışına gidiyorum. 


okyanus soğuk yahu
biraz size plajdan bahsedeyim, daha doğrusu brezilya plaj kültüründen. erkeklerde speedo modası var, speedo dediğim slip mayo. bence hiçbir erkek giymemeli! giyecekse de o bira göbeğinden kurtulmalı. 

kadınlarsa... kadınlar çıplak dolaşşsalar daha az dikkat çekerler bence. ama zaten kadınların orasına burasına kıro kıro bakan bir tek ben varım, gözlerimi alamıyorum, bazıları o denli güzel. gerçi olan da olmayan da tangayı çekiyor ama olsun. brezilyalılar alışkın, popoyu komple dışarda bırakacak kadar minik bikiniler nefes kesiyor, ben bakmayayım da ne yapayım. bir tesettürlü ben vardım plajda. o da bakmayın resim için. yoksa bukalemun gibi hangi ülkeye gitsem kim görecek kim bilecek mantığıyla hemen ayak uydururum ama canım babacığımın yüreğine inmesin diye fotoda kapanayım dedim:)  

tabi tüm bunları yalnız yapmıyorum...



sağolsun simon kırmadı, atladı kalktı yine geldi güney amerika'ya!

ne demiştim ben size bu simon uslu durmaz diye. baktık şimdi de brezilya'dayız, tabi ki de samba showu seyredilecek!


benim ne eksiğim var deyip imrenmeyeydim iyiydi... 


hepsi simon yüzünden vallahi billahi. 

neyse iki gün plajda yatıp keyif yaptıktan sonra bu kadar rio'ya gelmişiz azcık şehri gezelim dedik. rio, sao kadar büyük olmasa da büyük ve yine düzenli, temiz ve sessiz. brezilya, her ne kadar herkes inanılmaz tehlikeli dese de, görünürde arjantin ve uruguay'a beş basan bir ülke bence, tekrarlıyorum bence. 

sokaklarının temizliği, park ve bahçe düzenlemeleri, binaları, toplu taşıması (bir metro haritası var aklınız çıkar), belediyeciliği (burada çöpçü görebiliyorsunuz mesela sokaklar tertemiz) ve en önemlisi insanların zihniyeti (kırmızıda duran, yaya geçidine saygılı, çocuk seven bir ülke) burayı bence tam yaşanılası bir yer yapıyor. tabi herkes tehlikeli diyorsa da bir bildikleri vardır, "favela"lardan (gecekondu bölgeleri) uzak durmak her zaman faydalıdır mesela. allahtan sevimsiz bir hadise bana denk gelmedi diyebiliyorum ancak. benim brezilya maceram (çalınan bilgisayarım ve hard diskim dışında) çok nezih ve güzel geçti. 

çok konuştum, biraz foto paylaşayım. 

hindistan cevizi suyu milli içecek gibi bir şey
  
escadaria selarón - santa teresa merdiveni
(karagöz hacivat çinisi)


meşhur corcovado tepesindeki isa heykelinin oraya da çıktık, pao de açucar tepesine de gittik ama oralardaki fotolar çok kalabalık olduğu için burada sizle paylaşmak için gözüme pek sevimli gelmedi. zaten bakmayın, hiçbir foto benim gördüğümü, hissettiğimi, kalbimde duyduğumu yansıtmıyor/yansıtamıyor.  

gezdim mi? evet. keyfine vardım mı? evet. dönme vakti mi? ona da evet!

bu yazı herhalde son yazım. bugün 3 aylık güney amerika seyahatimin sonuna gelmiş bulunuyorum. akşama uçak var, yarın akşam istanbul'dayım. 

bu blogu 3 kişi için açtım; esra hoca, asım hoca ve zafer. başka sıkı takipçiler de var biliyorum, yazışıyoruz özelden ama bu üç kişi iteklemeseydi, bu tek taraflı paylaşım olmayabilirdi. kusura bakmayın, yorum bölümü de yap dediniz ama hayatım ve deneyimlerim yoruma açık değildir.

önceleri size, sonra bir ara sebahattin'e ama en sonundaysa sizlere seslenirken aslında kendime yazar olduğum bu blog, benim günlüğüme dönüştü. siz, size anlatığım kadarını biliyorsunuz ama ben bakınca bazen pis pis gülüyorum bazense derin derin iç çekiyorum. ah o detaylar... 

vaktim ve naktim olsa daha uzun kalır mıydım? kesin. tekrar bu topraklara gelir miyim? kesin. siz de gelip görmeli misiniz? kesin. 

çok güzel insanlar tanıdım, çok güzel detaylar gördüm, çok farklı anlar yaşadım, çok farklı kafalarla tanıştım. uzun zamandır verdiğim en güzel ve doğru kararın peşinden gittim ve kendime çok güzel şeyler kattım. 

şimdi istanbul bana yeni bir başlangıç. içimde güzel kıpırtılar... yeniliklere ve değişikliklere hazır ve açığım. bring it on baby!  

martes, 22 de septiembre de 2015

aile saadeti + rivka

ediz (6.5) ve rivka (34)
aksel ve ediz istanbul'dayken en yakın arkadaştılar. şimdi aksel israel'de, ediz ise sao paulo'da. aileleri işgüzar ondan. 

ediz, dünya tatlısı bir çocuk ve bizim buradaki tercümanımız. çatır çatır portekizce konuşuyor. bir de sonra bize bilmiş bilmiş tercüme ediyor, tam yenesi! benim adım ona göre vika ama yanlış olduğunu bildiği için genelde annesine beni sorduğu zaman "hani bizde kalan bi abla var ya" diyormuş, şaşkın yaaa:) ben biraz yüz verince -ki çocuk sevmem ama arkadaşlarımın çocuklarının hastasıyım ve şımartmayı severim, sonra azınca anası baksın banane- cumartesi sabah 6.40 (am) kendisi beni uyandırmayı uygun gördü! gözümü açtım hemen soru geldi: "oynayalım mı?"

çocuklu ailelere tekrar hayatta başarılar diliyorum, olmayanlara ve planlayanlara bir daha düşünün diyorum:)



öyle bir tarihe denk geldim ki kardeş (seda), baba (sami) hepsi istanbul'dan kalkmış gelmiş aile saadeti yapacaklar, tabi kambersiz düğün olmaz, bir de ben eklendim:) sağolsunlar ayrım yapmıyorlar. zaten izzet 10 yaşımdaki halimi bilir de siz bilmezsiniz beee... ama her misafirliğin de bir bedeli var. 

o iş bende:)
bazen sucuklu yumurta, menemen gibi yemeklerin yağını pek temizleyemiyorum ama kabasını alıyorum diyelim. onlar da idare ediyorlar beni sağolsunlar. 

pazar gezmesinden
burada park ve bahçe ağırlıklı bir yaşam söz konusu, dolayısıyla biz de tüm sao paulo halkı gibi pazar günü attık kendimizi parque villa lobos'a. büyük mü büyük, köpek alanı, spor alanı, oyun alanı, sahalar... ne ararsanız var. insanı düşünen şehir planlamacılığını çok seviyorum!


ve bir pazar günü klasiği, mangal!
izzet ile eda'nın misafiri, geleni gideni eksik olmuyor maşallah. evleri hep dolu, sofraları hep bereketli. bu sabah 7.30 (am) bir brezilyalı çift geldi, onlara da poğaça -açma yapmışlar, kokuya uyandım ben ve sofraya oturdum lak diye. "yahu, sen bu saatte kalkmazdın, hayırdır?" demedi bir allahın kulu da, o kadar kabullendiler beni:)

bugün seda'cığımın son günüydü. haydi değişik bir şeyler yapalım dedik ve avenida paulista'ya gittik. buranın uzun ve güzel bir caddesiymiş. tüm protestolar, kutlamalar, gay pride parade o caddede olurmuş vs. gidelim mi? gidelim tabi!


bir gittik, zaten 37 derece ve kavruluyoruz. ayrıca her bina bir plaza, sokaktaki herkes takım elbiseli, döpiyesli çalışan. nasıl sıkıldık belli değil ve önce bira -patates sonra attık kendimizi yine parka!

monumento ás bandeiras - flag monument
bunun hemen dibinde ibirapuera parkı var hani geçen gün gittiğimiz. meğersem tam gezememişiz. bugün, geçen keşfedemediğimiz rotaları keşfettik. nasıl güzel, nasıl huzur dolu anlatamam size. muhtemelen bundan sonraki 3 günümü orada geçireceğim.

eeee, artık hava kararmış, biz de yorulmuşuz, eve gidip akşam yemeğine katılma vakti. zaten herkes de gece gece sokakta dolaşmayın bize demiş ve bu bilgi bizim beyin hücrelerimize kadar işlemiş. bende yer-yön hissi kuvvetli ya, şehri de iyi kötü artık biliyorum ya, gel dedim seda'ya ben seni eve götüreyim. bindik bir otobüse gidiyoruz ama ikimiz de kıllanıyoruz. lan geçtiğimiz hiçbir yer tanıdık değil, gidiyoruz gidiyoruz yaklaşıyoruz hissi yok. ne zamandaki kırık dökük bir köprünün üzerinden geçtik ben dedim "tamam, buraya kadar, ahanda kaybolduk. gecekondu mahallesinde bulacağız kendimizi bundan sonrası kısmet". seda da aynı şeyleri düşünmüş olacak ki aynı anda hamle yapıp artık yolu soralım dedik ve evet yanlış yöne gidiyormuşuz.

portuñol denen dil (bkz. ispanyolca ve portekizce karışımı) hiç de zannettiğiniz kadar kolay değil. burada ingilizceyi unutun zaten. ben ispanyolca soruyorum, derdimi anlıyorlar ama cevap portekizce geliyor, e ben anlamıyorum ki!!! ya da önceleri anlamıyordum şimdi kulak yavaş yavaş alışıyor, kelime kapıp tüme varım yapıyorum da zor be kardeşim.

neyse, en son kaybolmuştuk... allahtan gittiğimiz yer yine iyi bir muhitmiş ve eve dönmesi oradan da kolaymış ama hâlâ mesela ben nasıl terse gittik, nasıl eve diğer yönden geldik, nasıl kaybolduk, çözemedim. turist info bulamadım ki bir harita alayım kendimi konumlandırayım. 

eve vardık ya, üzerimizdeki rahatlıkla sedayla birbirimize itiraflara başladık. yahu rivka kendini kaybet eyvallah, kızı niye peşinden sürüklüyorsun değil mi? bir de diyorum, "gel gel, rahat ol, o iş bende, ben biliyorum nereye gidiyoruz, ne kadar yanlış olabilir ki?" 

hayır seda'dan korkmam babasından korkutuğum kadar. babası beni jale'ye (bir aile dostları) benzetiyor ve beni, onu sevdiği kadar seviyormuş ama onu ne kadar seviyor onu bilmediğimden ve kızı da tanımadığımdan biraz kendisinden çekinmiyor değilim:)   

lunes, 21 de septiembre de 2015

hem mecazi hem kelimenin tam anlamıyla yaktın beni sao paulo!


los dedos - punta del este
 montevideo'nun son günleri epey hızlı geçti demiştim. hem 2 aydır sonra yaparım dediklerim birikmişti, hem de çevirinin düzeltmeleri epey vakit alıyordu derken derken bir baktım daha punta del este'ye gitmemişim! şimdi gideriz, sonra gideriz derken baktım olacak gibi değil, brezilya uçuşumdan bir gün önce atladım otobüse ve gittim.



eylül'de punta del este'ye gitmek, ocak ayında bodrum'a gitmekle aynı. tamamen yaz kasabası olduğu için dükkanlar kapalı, şehir ıssız, pek de hayat yok dolayısıyla. ama gördüm mü derseniz gördüm. elektrikli bir bisiklet kiraladım ve gezebildiğim kadar gezdim. ama o kadar rüzgar vardı ki dayak yemişten beter oldum hani. 

neyse, sonra zaten brezilya maceram başladı... diyeceğim ama yalan olacak zira pek de macera sayılmaz hani.

ben bildiğiniz türk yahudisi arkadaşlarlayım burada. sabah çay demliyoruz, börekler açılıyor, türkiye'den gelen zeytini peyniri yiyoruz. yarın kahvaltıda poğaça olacak mesela:)

deseniz brezilya namına ne yaptın, ne gördün, ne yedin diye henüz cevaben pek bir şey diyemeyebilirim. yok yok yalan, yaptım birkaç bir şey canım, o kadar da değil:) ama sao paulo pek turistik bir şehir değilmiş haberiniz olsun, zaten güvenli de değil. dolayısıyla hem düzgün muhitlerde hem de makul saat dilimlerinde gezmeye çalışıyoruz. ama bu bütün gün kukumau kuşu gibi evde oturduğumuz anlamına gelmiyor tabi. 


ibirapuera parkı - bulun beni!
burada park ve yeşil alanlardan geçilmiyor, hastasıyım. biz de sürekli park geziyoruz. insanlar spor yapıyor, piknik yapıyor, açık hava ve bol oksijende aklınıza ne geliyorsa hepsini yapıyorlar; kitap okumak, manikür, uyumak, vs vs vs. insan imreniyor tabi. biz sadece yürüyüp "ay keşke böyle bir park istanbul'da da olsa" diye iç çekip duruyoruz. heeee biz kim miyiz? 
seda ve ben

topless değil, strapless:) düzgün yanayım diyorum... 
seda, benim arkadaşların, yani izzet ve eda çiftinden eda'nın kız kardeşi. o da abla ziyaretine gelmiş. burada tanıştık ama istanbul'da da görüşmeye devam edeceğiz, çok eminim. o kadar tatlı ve kafa bir kız. sonra bu seda bize bir bira festivali bulmasın mı! şimdi neden kafa dediğimi anladınız mı?:)   


birayı zaten içtik. elimizdeki köpüklü kırmızı şarap, deneyelim dedik
resimler buraya kadar şimdilik. buradan sonrası yazı severlere, biraz sao paulo gözlemlerimi anlatayım.

önce en önemlisinden başlayayım. bugün annemlerle skype yaparken ilk defa üzerimde askılı bluz vardı!!! normalde boğazlı yün kazağımla görmeye alışmışlardı da beni, sıcağa kavuşmamı hep beraber bir kutlama havası içerisinde geçirdik sohbetimizin ilk 2 dakikası boyunca:) 37 derecedeyiz, yaşasın!!!  

neyse; herkes burası için çok tehlikeli çok tehlikeli dedi bir hindistan daha bekledim ben de. ama gelin görün ki sokakta rahat rahat yürüyorum ve öyle pek de korku ve tedirginlik duymuyorum. tabi hangi semtte gezdiğiniz de çok önemli. misal, hiçbirimiz istanbul'da gaziosmanpaşa'da gezmiyoruz ya da siz geziyorsanız "hayırdır" diye sorasım var şu anda. mantık o mantık. diyorum diyorum da, netbook ve harici diskim çalındı daha bismillah gelir gelmez o ayrı.  

sao paulo, montevideo (mvd) ve buenos aires (bs. as.) ile kıyaslayınca inanılmaz temiz, inanılmaz düzenli ve şehir şehir. zaten güney amerika'nın başkenti seçilmiş. hakkıdır da. burada öyle diğer şehirlerde gördüğüm ispanyol mimariyi göremiyorum. işli işli binalar, küçük küçük sömürge tipi evler yok. yıkmışlar yerine koca koca binalar yapmışlar. ama bina yaparken bahçesini, oyun alanını ve otoparkını hesaba katmayı unutmamışlar.

ben gezdiğim her dört ülkede de bol bol ağaç ve yeşillik gördüm, meydanlar ve park alanları gördüm, buradaki o zihniyeti çok sevdim. en çok da sanırım zaten onu sevdim; insana verilen önem ve yaşama/nefes alma alanı. sao paulo'da "şimdilik" bs. as.' ve mvd' de gördüğüm kadar fakirlik ve sefalet görmedim. ama tekrarlıyorum, daha şehrin altını üstüne getirmedim ama zaten getirilebilecek gibi değil, çok büyük bir şehir. he getirsem de belirli (güvenli) muhitlerde kalacağım, tıpkı istanbul'a gelen bir turistin sultanahmet, taksim, ortaköy yapması gibi. 

amma velakin bir hatunlar var... biz seda ile erkek kesmiyoruz, tamamen zenci ve melez hatunlara bakıp içimizi geçiriyoruz. öyle böyle değil. gördüğüm 4 ülkedeki en güzel kızlar burada ama siz onu zaten biliyordunuz sanırım:)

sábado, 19 de septiembre de 2015

olaylar olaylar...

uzun bir aradan sonra herkese merhabalar!

evet, uzun zaman oldu ki yazmıyordum ancak gelin görün ki montevideo'ya döndükten sonraki 15 günde hem çeviriyi ve düzeltmeyi tamamlamak olsun, hem de oradaki tanışlarla güzel vakit geçirme ve vedalaşma olsun epey dolu ve yoğun geçti. 

en son şili'de santiago'da kalmıştık ancak bence onun üstüne yüzyıllar geçti, yani en azından ben öyle hissediyorum. arada en son şili'de bıraktığım için belki bloğu siz de hâlâ ordayım zannetmiş olabilirsiniz ama değil, şu anda sao paulo'dayım. 

biraz toparlayalım: 


mujica ve rivka:)
palacio legistativo'ya gitmiştik son perşembe rosana ile. şansımıza mujika'da oradaymış .aslında gülümsüyordu kameraya ama telefon yavaş çalışınca bu kadar yakalayabildik. tatlı adam. öptüm hepiniz için merak etmeyiniz.

roş aşana yemeği

ben montevideo'dayken yeni yılı kutladık. sağolsun rafael beni akşam yemeğine davet etti ailesiyle beraber. ama ondan önce sergio ile onun gittiği sinagoga geçtik. yani bir başkandan diğer başkana geçtim ben. zaten montevideo'da başkanlar sağolsun, sırtım yere gelmedi. 


sergio demişken, adam ünlü. hergün hem radyo hem tv programı var. beni bir cuma ikisine de götürdü. inanmazsınız radyoda bir 10 dakika sohbet bile ettirtti. yukarıdaki foto tv programından kalma benim için güzel, sizeyse hiçbir şey ifade etmeyen bir günden keyifli bir anı.

sonrasında beni "la rural"e götürdü. rural demek kırsal demek. uruguay'ın içlerinde yetişen hayvan ve hayvansal ürünlerin tanıtımı yapıldığı, gösteriler, konserler vb şeylerin olduğu 2 haftalık bir açık hava sergisi gibi düşünebilirsiniz.


tipik bir "gaucho" yani çoban 
 



fotoların çok kendini açıklayıcı olduklarını düşünüyorum.

sonuç: keyifli güzel günler geçirdim. hem de çok. o kadar çok ki, gitmesi ve montevideo'dan ayrılması çok koydu. epey üzüldüm, ağladım, zırladım. rosana'dan ayrılmak zor geldi, şehirden ayrılmak zor geldi. bir daha ne zaman dönerim planlarına girdim bile... durun bakalım.

şimdi sao paulo'dayım dediğim gibi. hava inanılmaz sıcak. soğuktan sıcakağa geçtim keyfim yerinde ama siestam geri geldi bu sıcaklarla.

bir de uruguay-brezilya yolculuğunda bavulumdan netbookum ile external hard diskim çıkmadı:( hayır netbook zaten yaşlı ve yavaştı çok üzülmedim ama harici diskte son bir buçuk yılki bütün ulus ve konsolosluk işlerim vardı (zira evde hard diskin de yedeği duruyor ama yeterince güncel değil maalesef). yanarım yanarım ona yanarım...

brezilya'ya hoş geldim!!! 

jueves, 3 de septiembre de 2015

sonunda güney amerika'da olduğumu hissettim

şili...

daha şehre varmadan buranın farklı olacağını hissediyorduk; insanların çehreleri değişti, daha yerli bir yüz yapısı geldi, manzara değişti, önce dağlık bir alan geldi, sonra belki aklımızda meksika ile özdeşleşen belimize kadar gelen kaktüsler geldi, gördüğümüz hayvanlar değişti, zihniyet değişti, arjantin'de gördüğümüzü avrupa zihniyeti gitti yerine daha lokal bir zihniyet geldi. 

güney amerika'dan beklediğimiz her şeyi bize şili verdi. belki de beklentilerimiz yanlış ya da gereksiz egzotikti. hani avrupalı turistin istanbul'a gelip deve görmeyi beklemesi, göremeyince de hayal kırıklığına uğraması gibi. belki bizi filmler ve cahilliğimiz yanılttı. bilemiyorum. 

ama şili andlar ve pasifik arasında sıkışmış kalmış bir ülke. sonradan öğrendiğimize göre daha savaşçı mapuçelerin ırklarını ve geleneklerini koruduğu (ve hâlâ da korumaya çalıştığı) dolayısıyla ispanyolların ve diğerlerinin atlantik okyanusu'na kıyısı olan ülkelerdeki kadar hâkimiyet kuramadıkları bir ülke. 

şili, bize hayalini kurduğumuz ve görmeyi umduğumuz her şeyi sundu. böylece kalplerimizi fethetti. 

santiago'ya geç vardık, yanlış hatırlamıyorsam 8 pm gibi. gündüz yolculuğu yapmak istedik biraz manzara görebilelim diye. doğru bir karar vermişiz, manzara değişik ve büyüleyiciydi. 

inanmazsınız otobüste +70 bir çiftle tanıştım ben. tabi ki de! arkadaş çevremden asla ödün vermiyorum. o kadar tonton ve tatlıydılar ki bize kendi sandviçlerini verdiler, cebimizde kalan son arjantin pesosunu şili pesosuyla değiştirdiler ki üstümüzde taksi parası olsun. yetinmediler, bize kıyamadılar, onları karşılamaya gelen torunları luis bizi otelimize kadar bıraktı! popülerim diyorum +70 çevresinde, dalga geçiyorum zannediyorsunuz ama değil:) 

ertesi gün manyaklar gibi erken kalktık (7 am) zira bizi pasifik okyanusu'nun kıyısında kurulmuş iki şehri gezdirecek bir tura katılma kararı aldık; valparaiso ve viña del mar.     

santiago'dan 1.5 saat mesafede
viña del mar tamamen bodrum tadına küçük bir tatil kasabası. bence pek bir numarası yok. ama bu beğenmedim anlamına gelmemeli zira pasifik okyanusunu ahir gözümle gördüğüm ilk yer kendisi. 

pasifik baby!
onun dışında bence yine bana hikayesiyle çok enteresan gelen bir heykel. sen gel pasifik'in ortasında paskalya adasında kendince yaşa, sonra hollandalılar/ingilizler gelip seni köle yapsın. medeniyet böyle bir şey işte. 

orjinal moai heykeli
sonrasındaysa valparaiso'ya gittik. burası bir yamaca kurulmuş ev üstüne ev inşa edilmiş çarpık yapılaşmanın başkenti olarak adlandırabileceğiniz bir yer. istanbul'dan hallice yani. pablo neruda'nın evini uzaktan gördük ama uzaktan gördüğüm bir evin fotosunu koymanın anlamı yok diye es geçiyorum. 

valparaiso'da beni benden alan şeyse....
denizaslanı gördüm yaa!!!
dedim ya size şili'ye geçince inek, koyun ve atları geride bıraktık hayvanlar değişti diye. dönüş yolunda bir yerde turistik amaçlı yerel bir şeyler satın alalım diye durduk. ahanda orada da lama gördüm, lama! ne tatil be kardeşim!     

çok enteresan ve keyifli bir gündü. pestilimiz çıkarak döndük otele ama cuma akşamı olduğu için inat ettik çıkacağız diye ve dünyanın en şık görünümlü ama en berbat restoranına gittik. garson ikide bir gelip ne sipariş verdiğimizi sordu. canlı müzik arabesk gibi bir şey çıktı, içim kıyıldı. balık yenmeliymiş şili'de dediler, balık sipariş ettik ellerinde kalmamış saçma sapan aperitifler yedik. neye el atsak elimizde kaldı anlayacağınız. biz de en hızlısından yeyip ödeyip kalktık. 

ertesi günüyse santiago'yu gezmeye ayırdık. onu da yarın yazayım mı? bugün her ne kadar evden çıkmasam ve kendimi tamamen çeviriye adasam da hâlâ 30 saatlik yolculuk yorgunluğunu üstümden atamadım. o da ayrı macera ya neyse...   

miércoles, 2 de septiembre de 2015

alkol güzel be kardeşim!

beni bilen bilir alkole karşı ilgi, sevgi ve zaafım vardır. kalacak yerleri simon ayarlamıştı ve planı yaparken benim tek bir derdim vardı mendoza'da 1 gece geçirmek. zira kendisi şarap şehri olarak biliniyor. 


çok yakın ama çok uzak!!!
mendoza'ya yine uzun bir gece yolculuğu sonucu vardık, günün ilk yarısı dinlendikten sonra bir "bodega" mahzen turuna katıldık ve birkaç şaraphane gezdik. 


arkamda üzüm bağları

şaraphane veya birahane gezenler bilir, tattırırlar genelde satın alasınız diye. tattırmasalardı da alacaktık ya olsun, güzel ve keyifli anlar yaşamış olduk iyi şarabı nasıl anlarızı öğrenirken. her akşam yemeğinde garsona anlıyormuş gibi yapan simon bu sefer gerçekten bir iki numara öğrendiğine çok sevindi mesela. benim zerre umurumda değil, şarap olsun, ne bulursam içerim:)

marketlerde denk gelirseniz "domiciano" alınız.
çok lezzetli, biz 3 şişe aldık
 
şarapsız yemeğin adı kahvaltıdır!
ertesi günse şehri gezip miskinlik yapalım dedik. bakmayın gün üstüne gün, yürü, gez, otobüsle yolculuğa çık, bavul kapa, bavul aç insan yoruluyor gittikçe. ikinci gün miskin miskin mendoza sokaklarında gezdik. yolunuzu bs. as'e kadar düşürdüyseniz bence mendoza'ya da gelmelisiniz. şehir çok sevimli, rahat, telaşsız, insanlar mutlu, güzel bir atmosfer. 

gezerken karşımıza bunlar çıktı... 


meydan

fotolardan da gördüğünüz gibi hava güneşli ve sıcak. zaten mendoza eskiden çölmüş. insan eliyle ekip biçip andlardan şehre su kanalları kazıyarak tarla ya da şarap bağına dönüştürmüşler. böyle kışa can kurban valla. 

gündüz bir başka güzel, gece bir başka güzeldi mendoza. 


"ciudad de mendoza" yazıyor arkada

sokak lambaları yaaaa...
en son ağız tadıyla et-şarap yaptığımız yer burası oldu. son olduğunu bilseydim çatlamama rağmen ikinci tabağı da yerdim. gerçi böyle bir ihtiyacım yok zira montevideo'ya geri dönüyorum ama olsun. simon geçenlerde japonya'ya gitmiş. orada suşi yedikten sonra bir daha londra'da ağzına sürmemiş. benim için et de suşi gibi bitmiştir dedi. yazık. gezmese mi acaba? 

35inde iki backpacker:)
ertesi gün yine yollardaydık tabi. dinlenmek yok, haram. uykunu otobüste ya da parkta alıyorsun sonra bir daha ne zaman yolunun buraya düşeceği belli olmaz deyip tatilden maksimum verim peşinde kendini yola vuruyorsun. ama  bu seferki bambaşka. sonunda montevideo'nun düz ve inek dolu otlaklarından, arjantinin şarap bağlarından daha farklı bir manzarayla karşılaştık: and dağları!!!

arkamdaki karlı dağlara bakın hele
arjantin - şili sınırı
uruguay - arjantin sınırı ne kadar modern, hızlı ve efektifse, arjantin - şili sınırı o kadar geri, saçma ve zaman kaybının allahı bir sınır. becerememiş şilililer. ilk izlenimimiz bu oldu. simon, kendimi şu an gerçekten 3. dünya ülkesine giriyor gibi hissediyorum dedi. çok da haksız sayılmazdı hani sınırdaki saçma uygulamayı görseniz. neyse ki santiago biraz daha ilk izlenimlerimizi toparlamamıza yardımcı oldu. 

ama artık şili maceraları bir sonraki yazıya. bugün tam 2 günlük bir yolculuk yaparak şili'den montevideo'ya döndüm. otobüsle kıtayı bir uçtan bir uca geçtim; pasifik'ten, atlantik'e geldim beee!!! santiago'dan çıkışım pzt 7.45, montevideo'ya varışım salı 16.30. ben tam saati hesap edemedim ama siz becerirsiniz diye düşünüyorum. siz hesaplayadurun, ben biraz uyuyayım. 

jueves, 27 de agosto de 2015

on the road

şu an mendoza'dayız. günler çok hızlı geçiyor ve biz neredeyse sürekli hareket halindeyiz. hangi gün olduğunu artık zaten bilmiyoruz ve neyi ne zaman nerede yaptığımızı çektiğimiz fotolardan takip edebiliyoruz ancak. 

ben size demiştim, eğer hava güneşliyse kendimi parka atarım diye. allahtan ayak uyduran biriyle beraberim. 



bu ne biçim kış diyebilirsiniz. benim hiçbir şikayetim yok valla. buenos aires'i yürüyerek bitirdik diyebiliriz. ama bugün üzülerek farkına vardık ki yürüyüşlerimiz yediklerimizi yakmamıza yardımcı olmuyormuş, ikimizin de göbeği tavan yapmış durumda:( yine de "tatil kiloları canım bunlar, eve dönünce veririz" deyip et - şaraba devam ediyoruz.

bs. as. sokaklarında kaybolarak gezmek çok kolay, tek yapmanız gereken kendinizi simon'un ellerine bırakmak:) kaybolunca karşımıza güzel ve beklenmedik şeyler çıktı, yaşasın! 

1) uruguay ve arjantin'de dulce de leche denen karamele benzeyen bir tatlı var. bizdeki maydanoz gibi, her şeye ama aklınıza gelebilecek her şeye koyuyorlar ve bizce tadı hiç güzel değil. dolayısıyla nutellalı krep görünce kendimden bir geçmişliğim var ki...

tabağı yaladığım fotoyu koymaya utandım:)

2) "ispanyolcacı" biri olarak kendi adıma eva peron'un mezarından daha önemli olduğunu düşündüğüm bir yer. 

jorge luis borges'in bir ara yaşadığı ev
derken bs. as.'de süremiz doldu ve vurduk kendimizi yollara...

cordoba yolunda
her yerde uyuyabiliyorum ben:)
cordoba'ya vardık ama ne varmak.  durun anlatayım. cuma gecesi evde oturacak değildik herhalde, palermo denen gece hayatıyla ünlü bir yere gidip azcık kurtlarımızı döktük. cuma sabaha karşı uyumuşuz 4 am, otel check-out 10 am, cordoba'ya otobüs 10pm. cmt bütün gün şehirde avare avare dolaşıp simon'a en son "kendimi parka atıyorum, uyuyacağım" dediğimi ve 3 saat kesintisiz uyuduğumu biliyorum, bkz yukarıdaki foto. o yorgunluğa yolculuk da birleşince cordoba'ya perişan vardık. zaten cordoba'ya neden geldiğimizi de anlamadık ya... sevimli olmaktan çok uzak bir kasaba çıktı kendisi. 

neyse dinlendikten ve ancak akşamüstü cordoba'yı gezdikten sonra, ertesi gün civarda, 45 dakika uzaklıkta, villa carlos paz adında daha tatil kasabası havasında bir yere gittik.    


teleferikle bir tepeye çıktık ve aslında tüm günü o tepede geçirdik. şahin gördük, güneşlendik, uzun uzun keyif yapıp önceki günlerin yorgunluğunu üstümüzden attık. 


tabi simon bu, uslu durmuyor, illa bir şeyler deneyecek... 


attığı hiçbir ok çembere değmese de başlangıç seviyesi için iyiyim deyip yine yıkılmaz özgüveniyle beni benden aldı:)



neden bu kadar çok foto koyuyorsun be kadın derseniz açıklayayım; inanmazsınız bloğu takip eden ve türkçe bilmeyen arkadaşlarım var sağda solda. sıkılmayasınız, idare edesiniz, anlayış gösteresiniz. 

ve final... bence tatilimizin ana fikri!

rivka sürekli tualette!!!
cordoba'dan pzt akşam ayrılıp yine 10 saatlik bir yolculuğun ardından mendoza'ya vardık. varır varmaz cordoba'da hiç foto çekmediğimizi fark ettik, foto çekmeye değer bir şey görmediysek demek. 

2 gündür mendoza'dayız. burası şahane. ama yarın sabah buradan ayrılıp şili'nin başkenki santiago'ya geçiyoruz. mendoza maceralarımızı muhtelemelen 1-2 güne kalmaz yazarım. 

evet blog biraz geriden geliyor ama otelde oturup blog yazmak mı, çıkıp dolaşmak mı?