viernes, 31 de julio de 2015

cemaat mekanizması #2 ve ötesi

"don rafael, ¿cómo le va a usted?" (bay rafael, nasılsınız?) cümlesinden, "hola rafa, ¿cómo andas? (rafa naber, nasıl gidiyor?) cümlesine geçmem için ertesi gün yetti bana. "ne ayaksın rafa" ispanyolca nasıl denir öğrendiğim gün rafael ile ilişkimiz başka bir seviyeye geçecek, inanıyorum.

birkaç zamandır aklımda bir soru vardı: montevideo, video tepesi demek, nerede bu video tepesi ve gidilip görülebilir mi? dediler ki çok tehlikeli bir semt sakın tek başına gitmeye kalkmayasın. ben bunu rafael'e anlatınca o da sağolsun kalktı götürdü beni. montevideo, hatta tüm uruguay, dağsız, tepesiz dümdüz bir ülke. ülkenin en yüksek tepesine yürüyerek yaklaşık 45 dakikada çıkılabiliyor, öyle diyeyim size. 

gittik tepeye, bir rüzgar bir fırtına... tüm şehre yukarıdan bakabileceğiniz bir yükselti. arkada uzaklarda görünen kahverengilik aslında deniz. çok rüzgarlı bir gündü, denizin rengi de haliyle havaya uyum sağladı.


sonrasındaysa çok soğuk bir gün olduğu için mam adında bir avm'ye gittik ama burada sadece yemekle ilgili ürünler ve restoranlar var. başka kılık kıyafet, teknoloji, o, şu, bu hiçbir şey yok. 



sonra eski şehir


ve parlamento binasını gezdik. 



yalan değil, rafael bana çok iyi bakıyor ve benimle çok ilgileniyor. geçen cumartesi de ailesiyle tanıştırmak için yemeğe davet etti beni; eşi, kızı, damadı, iki torunu hep beraber yemek yiyip çok şen şakrak vakit geçirdik. suzi'nin (karısı) bir kütüphanesi var ki benim başımı döndürmeye yetti. a ben bunu okudum, aaa bunu da okudum demeye kalmadı bir baktım oturmuşuz şömine başına elimizde şaraplar uzun uzun kitaplardan konuşuyoruz. oh, ruhum doydu. 

----------------
iyi insanlar buluyor beni. sadece türkiye'de değil, şimdiye kadar bulunduğum her yerde. şansımı seviyorum. beni bir şekilde tehlikelerden koruyan bir gücün olduğunu da düşünüyorum. tabi ben de kendimi kolluyorum, çok şuursuz dolaşmıyorum ama yine de. bu kadar güzel insanın karşıma çıkması ve hayatıma dahil olmasında bence yüce bir gücün de parmağı var. 

dedim ya buraya biraz hayatıma uzaktan bakabilmek için geldim. zannetmeyin ki her anımda etkinlikten etkinliğe koşuyorum. evet gezmeye geldim ama şimdiye kadar yaşadıklarımı, hayatıma kattıklarımı, hayatımdan çıkardıklarımı da değerlendirmeye geldim ve sizin kadar güzel insanlar biriktiği için hayatımda inanılmaz mutluyum. 


bugün, çoğu uruguaylıya göre kış bana göre yaz yağmurlu bir gündü. yemek bitmiş restorandan tam evlerimize dağılmak üzere ayrılıyorken canım sandra'dan aldığım çok güzel bir mesaj beni birdenbire mutlulukla doldurunca rafael'e beni rambla'ya bırak lütfen yürüyeceğim dedim. azıcık tartıştık, bir baba edasıyla bırakmak istemedi hastalanırım diye ama tahmin edin kim kazandı:)

bir iki hafta evveline kadar soğuktan donarken, daha burayı yeni yeni keşfediyor ve alışıyorken, bir kütüphaneden başka kütüphaneye gidiyor ve başa çıkılmaz soğuklar hayal kırıklıklarıma yenilerini ekliyorken sinirlerim çok bozuk bir iki gün geçirmiştim. o zamanlar daha bu blog yoktu. alışma safhalarıydı. yenik ve epey sinirim bozuk eve dönüp uyuyarak üstümden bu hisleri atmaya çalıştığımı hatırlıyorum. akşamına da montevideo'ya ve soğuğa inat rambla'ya yürüyüşe çıkmıştım. ve hazır kimse yok haykırmıştım: 


¡no me vencerás montevideo! 
(beni yenemeyeceksin montevideo!)  

bugünse, yağmur altında şemsiyemle yürürken birden ağzımdan şu cümle döküldü: 

te quiero montevideo (seni seviyorum montevideo) 

aklımda, okuldaki canım canım ama canım öğretmen arkadaşlarımın hazırladığı defter, beni gitmeden evvel görebilmek için 5 aylık bebeğiyle ta çek cumhuriyeti'nden gelen canım canım ama canım dostum, dostlar ve biricik aile fertleriyle ardı arkası kesilmeyen veda kahvaltıları ve akşam yemekleri, telefon görüşmeleri, canım canım ama canım yeğenim aksel, bugün doğan canım canım ama canım dostumun kızı pia, dün gelen kartpostal, son gece rakı-kavununu kapıp gelen deli, bu kıtada yeni tanıştıklarım, eski kıtada geride bıraktıklarım her şey, herkes... ağlıyor muyum, yağmur mu ıslatıyor yanaklarımı belli değil. ayaklarım sırılsıklam, yüzümde mutluluk arsızı bir tebessüm, montevideo sahilinde tek başıma dolaştım bu gece.

kelebek etkisi işte: bir ses, bir söz, bir nota, bir koku, bir renk, bir dokunuş... 

bugün  hayatıma böyle uzaktan bakıp gördüğüm resme bayıldığım içli bir gündü. 

seviyorum merkez/merkez dinlemede/seviyorum ulan, seviyorum merkez, anladın mı?/anlaşılmadı tamam/lan biriniz de anlayın be, seviyorum merkez!  behzat ç. 


çok seviyorum, hepinizi, tek tek ve ayrı ayrı. 

jueves, 30 de julio de 2015

güzel sürprizler

9,43am - yatakta oyalanmak gibisi var mı ya...
dün sabah ben işteyim, sen ne durumdasın diye soran (ve artık her şey görsel olduğu için işteki halinin fotosunu gönderen) bir arkadaşa göndermiştim, buraya da koyayım dedim. 

bugün artık vücudumun yorulduğu ve dur dediği bir gün geçirdim. 29 gündür ilk defa tüm günü bilerek ve isteyerek evde geçirdim. evet turistim, evet kısıtlı bir zaman dilimi için buradayım ve evet her geçen dakikayı değerlendirmek lazım ama gel gör ki bir, ben de insanım; iki, montevideo da her şehir gibi bir şehir. gezecek yerleri bittikten sonra kendini hava kötüyse cafelere, güzelse parklara attığın bir şehir. her ikisini de yaptığıma göre biraz evde durup dinlenebilirim sanırım. 

açık ofisim, tercümem ve ben. şahane bir ekibiz. bugün ama iş de yalandı. ondan da kafa izni almışım sanırım. bugün böyle böyle oyalanırken, uzun uzun whatsapp'tan yazışırken, konuşurken, arkadaşlara vakit ayırıp keyifli keyifli son 29 gündür başıma gelen küçük ama beni mutlu eden şeyleri düşünüyordum ki postacı birden bu adresteki ilk kartpostalımı getirivermesin mi!!! 
    

biliyorum bloğu takip ediyorsun, buradan öğren istedim:)  
kimin okuduğunu bilemediğimden mümkün mertebe özel hayata saygı çerçevesinde ad ve özellikle soyad detayı vermeden yazmaya çalışıyorum. zaten özelden sorsanız söylerim ama ulu orta bazı şeyleri yayasım yok. ezercim sen de bana kart göndermek ister miydin bu vesileyle? bak, varıyor ;) 

arada madem bloglaşıyoruz, ezer'in bugüne kadar kendisine gönderdiğim kartlardan ona varanlarını koyduğu bir bloğu olduğunu biliyor muydunuz? 

bknz: rivka around the world - http://from-rivka-with-mucx.blogspot.com/ 

----------
hepiniz bilmez, bilenler bilir, bence hatta sadece bir kişi bilir, o da okuyor mu burayı bilmiyorum ama birkaç zamandır peşinden koşmadığım ama göz ucuyla da gittiğim her yerde bakındığım bir obje vardı: fındıkkıran. balesi kadar, müziğini ve oyuncağını da severim. 


cascanueces-fındıkkıran
kısmet uruguay'aymış. dükkana girip fındıkkıranı gördüğümdeki ifadeyi rosana'ya sorun. aksel'in yeni bir lego paketini açarkenki ifadesinin aynısı. 

bilmeyenler için, aksel, canım yeğenim, neredeyse 6 yaşında ama siz zaten bu detayı bilmiyorsanız bu bloğu hemen terk edin! 

küçük mutluluklar diyoruz ya, ben çikolata çok severim ama çok severim. burada çikolata parçacıklı bir kurabiye var ki aklınız çıkar, benimki çıkıyor en azından, rosana'nınki de. paket paket alıp tc'ye getirmeyi planlıyorum. belki sıradan bir kurabiye ama beni mutlu etmeye yetiyor işte.  



bugün gördüğünüz gibi sakin ve dingin bir gün. güç toplama günü zira yarın, cuma, hafta sonu ve önümüzdeki hafta etkinliklerle epey yoğun. telefonumun ajandasını ilk kez kullanıyorum, kafamda tutamayacağım kadar her güne bir şeyler var. zannedersin gezmeye gelmedim de burada yaşıyorum ama yalan değil, burada yaşıyorum!!!  

çok turist alan bir ülke değil uruguay, hele yahudi turist hiç gelmiyor anladığım kadarıyla. birdenbire beni görünce karşılarında yahudi cemaati onlarla söyleşi yapmamı istedi ama her cemaat gibi bu da kendi içinde bölündüğünden, kadınlara ayrı, sefaradlara ayrı, aşkenazlara ayrı olmak üzere haftaya 3 söyleşim var! zannedersin nobel ödüllü bir insanım. ne anlatacağımı kara kara düşünüyorum. 

rafael ile montevideo maceralarıma bir sonraki yazıda devam ederim. zaten yarın rosana'yla sabah sporundan sonra yine rafaelle yemeğe çıkacağız, akşama da okuma kulübü. okuma kulübüm bile var, tehey tehey...   

ps: bu gece geç yatacağım ki sizde sabah olsun. en yakın arkadaşım 3 saat sonra ikinci çocuğunu doğuracak. hastaneye giderken arayabilmeyi ve sesini duyabilmeyi umuyorum. seni çoooooooooook seviyorum şeheheheheeylam!!!!   

miércoles, 29 de julio de 2015

cemaat mekanizması

25 dereceydi bugün, inanılmaz bir kış. dünyayı bu kadar mahvettiğimize üzüleyim mi sevineyim mi bilemiyorum. 

---------------
sene 2013 ya da 2014, dünya kupası hazırlık ya da eleme maçları oynanıyor. uruguay'ın lübnan ile maçı var ya da lübnan'da biriyle maçı var. gördüğünüz gibi konuya bayağı hakimim! :) tek bildiğim ve ilgilendiğim nokta istanbul üzerinden lübnan'a gidilecek, hatta bir gün istanbul'da kalınacak ve ertesi gün metin oktay tesisleri'nde antreman yapılacak.

bakanlıktan mail geldi, konsoloslukta görevli bir kişi gidip ekibi karşılasın. kalktım gittim tabi. 

tek bir uruguaylı futbolcu tanıyor muyum diye bir sorun allah aşkına! canım abim ezer beni bilgilendiriyor; suarez ısırır, forlan önemlidir, muslera türkiye'de gs.'de oynuyor vs vs vs. bence daha çok bilgi verdi ama benim aklımda kalanlar bunlar. buna da şükür. 

neyse, bekle bekle gelmez bir ekip. haliyle oradaki diğer uruguaylı bekleyenlerle -ki genelde spor spikerleri/gazetecileri/kameramanlarıydı- sohbet muhabbete başladık. sergio'yu öyle tanıdım. o uruguay yahudisi ben türk yahudisi. sohbet koyulaştıkça koyulaştı. ertesi gün antremanda daha da koyulaştı. bir baktık ki ikimiz de aynı tarihlerde israel'de olacağız, e orada buluşup bir kahve içelim dedik. 


haifa - israel 2014

buraya geldikten ve ilk birkaç alışma günününden sonra tabi ki sergio'ya mail attım, ben buradayım, bir kahve içelim mi diye. meğersem sen gel, buncacık kısa sürede uruguay yahudi cemaati'nin başkanı ol! o günden sonra zaten sırtım yere gelmedi desem pek abartmış sayılmam. önce janet (sekreteri) aradı, sonra karina (yeğeni) aradı. sonra janet, rafael'i (sefarad cemaati başkanı) aradı ki o da beni aradı. böyle bir cemaat mekanizması devreye girdi ve olaylar olaylar... (sergio israel'de olduğundan bir o beni aramadı ama yakında döneceği için kahve planımız duruyor).

tabi ben de hiç huyum değilken birden cuma akşamları sinagoga gitmeye başladım. ilk gün herkes bana baktı kim bu gibilerinden. sonra cesaret edip de biri "sen hayırdır?" diye sorup, ben de "türkiye'den geldim, sefaradım" deyince, bence her şey esas orada koptu. kendimi birden aynı sınıftaki 20 öğrencinin aynı anda soru sorup, hiçbirine yetişemediğim gibi zaten hiçbirini duymadığım o çaresiz anlarıma döndüm. birinin kuzeni, birinin dedesi, birinin babası çoğunlukla izmir ve sonra istanbul'danmışmış. pek çoğu israel'e giderken istanbul'u ziyaret etmişmiş. bir cümbüş ki evlere şenlik.

yeni arkadaşlarım - masze ve jaime
jaime , dua çıkışı beni evine karısıyla tanıştırmak için yemeğe davet etti ve bir torun edasıyla benle ilgilendiler. masze evden çok çıkamıyor, ben de cumaları sinagog öncesi onlara uğrayıp hâl hatır soruyorum. yaşlıların bilgeliğinden faydalanmak iyidir... 

sefarad cemaati başkanı rafael

sonra rafael sağolsun çok ilgilendi benle. emekli olduğundan ben de ona meşgale oldum bakmayın. çift taraflı bir iyi gelme. beni önce eski şehirde didik didik gezdirdi. 

artigas anıtkabri
hükümet binası müzesi

1950lerde inşa edilen ve son 15 senedir kullanılmadığı için
içten çürüyen sefarad sinagogu (dış kapı)

 
artık konserler düzenliyorlarmış burada
benim zaten singogu dışardan görünce aklım çııkmıştı. içeri girince bu kadar güzel bir yapının içten içe çürüyor olmasının verdiği acının kalbimi kırmasıyla beraber görkeminden nefesim kesildiği için ilk tepki olarak ancak filmlerdeki gibi "vay beee" diyebildim. yalan, beni bilirsiniz, ağzım biraz bozuktur. ilk tepki olarak epey kallavi bir küfür sallayabildim ancak. 

cemaat küçülmüş, 15bin sefaraddan 3bin kalmışlar, yaşlı bir cemaatmiş, gençler öncelikle abd, sonra da israel'e göç etmişler, sinagog da artık duaya açılamadığı gibi, kendisini tamir ettirecek parası yokmuş cemaatin.  biraz tanıdık bir hikaye gibi geldiği için daha korkutucu olduğunu düşünüyorum. 

rafael ile sonraki günler de çıktık ve beni şehirde dolaştırdı; daha doğrusu şehri bana tanıttı. ama biri dedi ki çok uzun yazıyormuşum, okumaktan sıkılıyormuş. o yüzden burada bırakıyorum bugünlük. 
-------------
mevsimi şaşıran cırcır böcekleri var bu gece playlistte. sanki bodrum'dayım.    
kimdi hatırlamıyorum bile:)


martes, 28 de julio de 2015

ah bu uruguaylılar yok mu...

yaşasın iklim değişikliği!!!

iki gündür hava burada o kadar güzel ki attım kendimi parklara diğer tüm uruguaylılar gibi. bugün de dahil yaklaşık 20-22 derece civarındayız. ¡olé!

cumartesi hazırlıksız yakalandım sıcaklara
hareketli ve bir programdan başka programa koştuğum bir hafta sonu yaşadım ama yine de parkta piknik yapmayı ihmal etmedim. burada hava erken karardığı için (6pm) güneş etkisini kaybeder kaybetmez (4.15pm) ortalık soğumaya başlıyor. 

pazar günkü piknik manzaram

çok şaşırtıcı olarak, tüm montevideo halkı sahildeydi ama çıt yok. ben bu kadar sessiz bir şehir daha stockholm'u biliyorum. kuş sesleriyle içim geçmiş bir ara... 

bu uruguaylılar garip insanlar; 

1- gerçekten inanamayacağınız kadar çok konuşuyorlar. kendi sordukları sorunun cevabıyla genelde pek ilgilenmeyip kendi anlatacaklarına geçiyorlar. aynı anda konuşuyorlar falan, bir acayipler.  

2- bizdeki çay gibi onlar da sürekli mate içiyorlar ama çayın aksine bu mate denen şey portatif bir şey ve sürekli sıcak su katılması gerekiyor. dolayısıyla bir elde aşağıdaki resimde gördüğünüz mate en calabazayı tutmak ve kolunun altında da termosu taşımak suretiyle devamlı çolak geziyorlar. 

mate
yerdeki pislik dikkatnizi çekti mi?












3- çok kibarlar. arabaya mı bineceksin? kapıyı içerden, dışardan erkek neredeyse oradan açmaya çalışıyor. bina kapısı da aynı şekilde, bir de bekleniyor ki önce kadınlar içeri girsin. otobüse binerken bile erkekler kadınlara hemen sıra veriyorlar. geçeceklerse hemen izin istiyor, çarpınca hemen özür diliyorlar. adab-ı muaşerette henüz kusur görmüş değilim.

4- uruguaylı erkekler, öyle yan gözle falan değil bildiğiniz dik dik bakıyor ve bakmaya da devam ediyor. türk erkeği de bakar ama siz de bakışına meydan okurcasına bakarsanız gözünü kaçırır. en azından benim istanbul'daki deneyimlerim o yönde. burada o bana bakıyor, ben ona bakıyorum, 7 dakika bakışşsak aşık olacağız şeklinde dik dik bakışıyoruz. zannetmeyin ki kıro latin bakıyor, hayır, düzgün giyimlisinden/traşlısından, evet hakikatten çapulcusuna kadar tüm erkekler bakıyor. burada normal herhalde deyip susuyorum.

5- bizde vapurlarda vardır; binip bir şey satarlar ya da enstrüman çalarlar. burada otobüste yapıyorlar. hadi bir şey satmayı anlıyorum da, dur kalkta, kalabalığın ortasında gitar çalmaya çalışan çocuğa epey acıdığımı hatırlıyorum. bir de stand-up komedyenleri var. binip 5-6 durak gösterisini sunup para toplayıp iniyorlar. vallahi ben de üç beş bir şey verdim geçen inanılmaz komikti, tüm otobüs kah kah güldük. yolcular bu kişilere iyi davranıyorlar; alkışlıyor, gülüyor, para veriyor, sattıkları malı alıyorlar. dedim ya kibarlar. 

6- şehrin her tarafı duvar resimleriyle dolu, sanat seviyorlar.
  

her geçen gün buraya kanım biraz daha kaynıyor, hava güzel olduğundan mıdır nedir bilinmez. 

bir de epey güzel ve yoğun bir kültür hayatım var. şimdiden iki klasik müzik konseri ve bir operaya gittim bile. yarına bir konser daha var. sonra film festivali başlıyor. gerçi burada biri isveç biri bask olmak üzere iki filme de gittim ama artık kendi film seçimlerimden korkuyorum...özetle, kış sezonu candır. 

something positive came out of my winter trip, right? :)

seni seviyorum teatro solis
daha buradaki yahudi cemaatiyle yaşadığım maceralarım var anlatılmayı bekleyen. 
oy va voy! 

sábado, 25 de julio de 2015

bubi tuzağı

aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa!!!!!!!!!!!

çığlıklar atasım var! oysa şahane normal ve güzel bir gün geçirmiştim. her zamanki gibi oyalanarak uyandım, güneş altında çevirimi yaptım , burada tanıştığım bir çifti ziyarete gittim, oradan şabat duasına sinagoga gittim (!) ve geçen hafta, beni bu hafta şabat yemeğine davet eden adamın evine gittik dua sonrası. 

şabat yemeğinde ben, adam, karısı, iki kızı (ki benden 5-6 yaş büyükler), 5 yaşındaki torunu ve bir de aile dostu bir adam vardı. sohbet, muhabbet, tartışma, gülüşme şahane eğleniyoruz. 

burada ve gittiğim her yabancı ülkede duymaya en alışkın olduğum ve en sevmediğim soru no. 1: "müslüman bir ülkede yahudi olarak yaşamak nasıl, zor mu?" 

neyse, gece bitti kalktım ki eve döneceğim, aile dostu adam dedi ki benim arabam evde, ev de şuracıkta, oraya gidelim seni en yakın durağa bırakayım. olur... eve bir geldik ki iki gösterişli evin birleşiminden oluşan ve tek kişinin yaşadığı devasa bir ev! ulan ben yatağımda elektrikli battaniyenin sınırlarının dışına çıkmıyorum, çift kişilik yatağın nereden baksanız 1/4ünü kullanıyorum, adam koskoca evde tek başına sıcak sıcak yaşıyor; hayat böyle adil işte. neyse, garaja gittik, araba düşkünlüğüm yoktur ama çift kapılı gri bir bmw bizi bekliyor falan, adamın durumu şahane.  

en yakın otobüs durağı oldu biraz daha ilerisi, biraz daha ilerisi oldu seni eve bırakayım. sonra ikinci en sevmediğim soru geldi;
no. 2  "evli misin? bekar mısın? erkek arkadaşın var mı?" 

sohbet buraya gelince bir baktım ki aslında 280 basabilecek bir arabada 20 ile gidiyoruz!!! 

allahım bu bir izdivaç olayı!!!!!! 

hayır eve geldik, kontağı da kapatmaz mı! 

ben bir tek martin çok konuşuyor zannediyordum ama hayır tüm uruguaylılar çok konuşuyor ve sizi resmen kitliyorlar. rosana da yapıyor ama onu sevdiğim için batmıyor herhalde. bu da konuştu da konuştu, yok mimarım da, yok şurada da (punta del este, hatırladınız mı?) evim var da, yok şöyle bir kişiliğim de, yok böyle bir karakterim de... bir gün kahve içmeye çıkalım mı? 

kendimi camdan atasım, rosana in aşağı kurtar beni diye bağırasım geldi. 

ulan her yerde iki bekarı yanyana getirme zihniyetinin ben taaaaaaa................  

ps: ertesi gün aklıma yemekte söylediği bir söz takıldı. "mujika'nın karısı benim üniversite'de arkadaşımdı". mujika 80 yaşında, kendisine genç bir kadın aldıysa demek... neyse, içime kurt düşünce wiki'den baktım karısı kaç doğumlu diye ve.... hazır mısınız???? 1940!!! bana yapmaya çalıştıkları adam 1940 doğumlu, göstermiyor o ayrı ama babamdan büyük be! "ben sabrettim, ben kazandım" mı yapsam acaba?:) 

viernes, 24 de julio de 2015

uruguay'da 330 km

inanmazsınız buraya geldiğimin ilk haftası, okul yarıyıl tatilinin ikinci haftasına denk gelmiş! ay her tarafta çocuk, ergen, kalabalık... bir baktım, tam kaçtığım şeyin ortasına düşmüşüm. allahtan rosana da öğretmen ya birkaç gün geçtikten ve ben biraz yeni gerçekliğime alıştıktan sonra "haydi, gelin yola vuralım kendimizi" dedi ve montevideo dışına iki günlüğüne kaçtık.

hedef, brezilya sınırındaki chuy şehri

gerçekten de iyi ki şehri terk etmişiz. bir; hava daha sıcak ve güneşliydi.

geldiğimden beri kısa kolla durabildiğim tek an

iki; uruguay sahil boyu, bitmek bilmez plajlardan oluşuyor. zaten uruguay'ın en çok deniz kıyısını ve muhteşem plajlarını sevdim sanırım. önce atlantida'ya gittik ve sahilde güzel ve uzun bir yürüyüş yaptık. 


bize değil arkadaki şahin kafasından oluşan askeri gözetleme kulesine bakacaksınız

sonra piriapolis'e gittik ve gün batımını seyrettik.


sonrasında başka başka yerlere gidip biraz sahilde yürüdük, biraz yol üstündeki şelalenin dibine gittik, biraz arabayı kenara çekip farları söndürüp yıldızları uzun uzun seyrettik. inanılmaz güzel bir yol yolculuğu yaptık anlayacağınız. ertesi günse punta del diablo'daki santa teresa kalesine gittik.


dönüşte planlarımızda arjantin, hollywood ve uruguay jet-setinin takıldığı punta del este'yi de ziyaret etmek vardı ama vakitsizlikten onu başka zamana bırakıp montevideo'ya geldik. eve döndüğümüzde her ne kadar yol yorgunu olsam da keyfim şahane yerindeydi. güneş, gezmek, hem de bir uruguaylının sizi gezdiriyor olması şahane bir şey!

ama tekrarlıyorum, yolunuzu illa buraya düşürecekseniz yazın gelmelisiniz. duydun mu sabahattin? :) 

jueves, 23 de julio de 2015

damdaki rivka

hani böyle eve yaklaştıkça adımlarınız sıklaşır ya tuvalete yetişmeniz gerekir -ya da bir tek ben öyle yapıyorumdur, bilemedim şimdi- bugün de eve yaklaştıkça adımlarımı hızlandırdım ama tamamen başka bir nedenle. 

yine güneşli bir gün yaşadığımız için -ki allah eksik etmesin- uyanır uyanmaz çamaşır yıkamaya karar verdim. ilk çamaşır yıkamak istediğimi rosana'ya söylediğimde, güneş veya rüzgar olana kadar bekle demişti zira burada çamaşırlar terasa asılıyor, içeride kuruması mümkün değil! eğer eviniz müstakilse ve bizimkisi gibi gösterişsiz kategorisindeyse, bildiğimiz anlamda dam yok. her an kaçak kat çıkabilir düzlükte bir dam yapısı var zira montevideo'ya hiç kar yağmıyor, haliyle dam tasarımı pratik hedefleri karşılamak üzere düşünülmüş. en azından, uruguaylı mimarların kafası ona çalışmış, o da bir şeydir. 


terasta asılı çamaşırlar 
güneş ve rüzgarı iki gün bekledikten sonra gerekli şartlar olgunlaşınca ilk çamaşırımı yıkayıp, terasa asmıştım. akşam rosana sorunca çamaşırlar diye, yukarıda kuruyorlar dedim ve kendisi bir panik terasa çıktı. meğersem gece kıyafet bırakmamak lazımmış zira gelip çalıyorlarmış! hayır, kim benim belki beşinci el kıyafetimi ne yapsın!

ama bence çalınmasından da büyük bir sorun var; is kokusu. size burada odun sobası yakıyorlar demiştim, değil mi? e, o koku, ilk çamaşır deneyimimle sabittir, tüm kıyafetime sinmişti. terim daha temiz kokuyor, yeminle. ay giyerken ne tiksinerek giymiştim belli değil ki ben öyle çok şeyden de tiksinmem hani. ilk çamaşır faslımı böyle  atlattım. 

ama artık tecrübeliyim, sabahtan güneşi gördüğüm gibi kurdum makineyi ve astım çamaşırları. ama işte sokağa çıkınca sobalar yanmadan, kıyafetlere is kokusu sinmeden kıyafetleri toplamak için koşa koşa dönmek lazım eve:) saçma ama benim içinde bulunduğum gerçeklik böyle. 

modern bir apartman dairesinde kalsaydım, hikayem bence tatsız tuzsuz olacaktı. bu ev resmen yemeğin (seyahatin) baharatı (olumlu deneyimleri). dolayısıyla keyfim yerinde, sızlanma yazıları değil bunlar, bilakis yaşadıklarım ve hepsi kabulümdür...      

dün çok üşüdüğümü söylediğimde sabah kendine çok iyi bak, hastalanma sakın mesajlarıyla uyandım. seviyorum sizi heee... yalan değil, özelden birebir mesajlar her zaman daha fazla hoşuma gitmiştir. tevekkeli ondan sosyal medyada yokum ya. ama merak etmeyin, burada kendime hayatımda hiç olmadığı kadar  iyi bakıyorum. 

hem soğuktan korksaydım ne isveç'te okur, ne şubatta kars'a gider, ne de ters mevsimde güney yarım küreye gelirdim. isveç bana soğukla nasıl başa çıkılması gerektiğini öğretti, içiniz rahat olsun. 

"cold never bothered me anyway" - let it go / frozen  movie. katılıyorum!


güneşli bir montevideo günü
hayatımda hiç yapmadığım kadar meyve, sebze, kuru yemiş, bitki çayı tüketiyorum. kendime daha iyi baktığım bir dönem daha hatırlamıyorum zira ne canım anacım ne de canım yengecim yanımda bana bakacak. insan yalnızken daha iyi davranıyor kendisine. tüm üşümeme rağmen sağlığım yerinde, no os preocupéis (merak etmeyiniz). 

yemek demişken, çok saçma bulmakla beraber burada çok kuvvetli bir pizza ve makarna kültürü var. pizzaları da bir şeye benzemiyor; kalın hamur + salça. makarna da bir kez yedim, ben evde daha güzelini yapıyorum. yemek burada çok avrupai, her şey var. ammaaaaa  buraya özel bir et var ki allah var yukarda bayağı güzel, tüm inekler ve koyunlar otlayarak kırsalda büyüyorlar. 


yaşasın özgür inekler!

et sanayisi zayıf burada dolayısıyla tadından yenmez bir et geliyor tabağınıza... 


arkamdaki ızgaraya dikkat!

tabi bir önceki resimde canlı kanlı görüp, sonra ızgarada görmek çok hoş değil ama ne yapalım:(  
      
bir de pastane kültürü, aslında daha ziyadesiyle tatlı kültürü çok yaygın. pastanede herhalde hayatımda ilk defa burada numara alıp sıraya girmişimdir (buradaki her şey için numara alıp sıra beklemeniz gerekiyor) ama değer. adım başı bizcohería (kek/kurabiyeci) ve pastelería (pastane) var. ama bizimkilerin aksine oturup yiyecek yer yok, alıp evinde yiyorsun. evim soğuk kardeşim, burada yemek istiyorum! uyuz...

genel hatlarıyla rutin hayatımı artık biliyorsunuz, sanırım nereleri gezdiğimi, neler gördüğümü ve yaptığımı anlatma vaktidir. yarın? kısmet:)

ps: blogger bana sabahattin adında tek bir takipçim olduğunu söylüyor. hayır bir tek sabahattin okuyorsa beni bileyim, darılmaca yok sabahattin, ama yazmayayım:)


miércoles, 22 de julio de 2015

rosana ve mark

insanın yolu konsolosluğa neden düşer? 

siz hiç yurt dışında seyahatteyken türk konsolosluğu'nu ziyaret ettiniz mi?

benim istanbul'da tanıştığım uruguaylılar, haliyle genelde sorun yaşayanlardı ve bunlar her zaman pasaport kaybı/çalınması gibi basit sorunlar da değildi. 

evlerini bana açan rosana ve mark ile tanışma hikayem de çok üzücü aslında. hollanda'dan tel-aviv'e istanbul üzerinden pegasus ile aktarma yaparken rosana'nın annesi rahatsızlanır ve maltepe'de hastaneye kaldırılır. beş gün sonra annenin vefatı üzerine, ben devreye girerim ve naaşı morgdan almakla başlayıp, levazımatçıda naaşın hazırlanmasından, gönderilmesine kadar gerekli evrak işlerine girişirim biricik seval hanımla beraber. geçen sene doğum gününde ne yaptın diye sorarsanız, levazımatçıdaydım diyebilirim ancak size.     

ama güzel şeylerden bahsedelim...


la rambla - montevideo sahili
montevideo'da iki tür bina göze çarpıyor. birincisi ispanyol sömürge döneminden kalma ekonomik duruma göre görkemli ya da gösterişsiz evler. ikincisiyse, istanbul'dan çok alışkın olduğumuz modern çok katlı binalar ki burada apartman dairesinde oturmak zenginlik göstergesi sayılıyor. sömürge döneminden kalma bir evdeyseniz kalorifer yok, taş binada gaz ya da odun sobasıyla ısınmaya çalışıyorsunuz. biz gaz sobasıyla ısınmaya çalışan ekipteniz ki ben hiç ısınamıyorum! ısınmak için sokağa çıkıyorum desem yeridir zira evin içi, dışarıdan soğuk oluyor. mesela şu an size yazıyorum ya, aslında parmaklarımı hissetmiyorum... kıymetinizi biliniz lütfen:) yatağımdaki elektrikli battaniye mütemadiyen açık. burnumun soğuktan donup düşmesini engellemek içinse gece yorganı kafama kadar çekip yatıyorum. şartlar çok çetin ama montevideo kışı bizim kışımız gibi soğuk bile değil, en çok da ona üzülüyorum işte...

buraya eylül sonu teslim etmek zorunda olduğum bir çeviriyle geldim, dolayısıyla ilk birkaç gün kütüphane kütüphane gezip çalışabileceğim sıcak bir ortam aradım. 10. günümde bu arayıştan vazgeçip, kütüphanede donarak öleceğime, uruguaylı tüm mimarlara sövdükten sonra kaldığım evde donarak ölmeyi tercih ederek evde çalışmaya başladım. hava güneşliyse keyfime diyecek olmuyor ama -ki ben genelde gittiği her yere güneşi götürmeyi başarmış bir insanım. dediklerine göre hiç bu kadar güneşli olmazmış hava, şanslı kızım evelallah ne diyeyim:)

açık ofis böyle bir şey miydi? :)

sabah alarmsız 9 gibi uyanıp yaklaşık öğlen 2 ya da 3e kadar çeviriyle ilgileniyorum. rosana ve mark işe gitse de evde pek yalnız kalmıyorum. ilgi delisi sjimi (şimi) ve sjors (şorş) beni bahçede hiç yalnız bırakmıyorlar.  

        

günlük çeviri kotamı tamamladıktan sonra biraz hareket olsun diye gezmeye çıkıyorum ve zaten hep gezecek yeni bir yer oluyor. akşamlarıysa havanın soğukluğuna aldırmadan la rambla'ya gidip (tüm sahil şeridine la rambla diyorlar) yürüyüş yapıyorum, zaten azıcık hareket edince ısınıyorsun.

günlük rutinim bu. aslında olmasını istediğim ve korumaya çalıştığım rutin de bu. ama perşembeleri rosana'nın boş günü ve beni hep bir yerlere götürüyor. arada rosana ilkokulda ingilizce öğretmeni demiş miydim? her işten eve gelişinde "allahım sana şükürler olsun doğru kararı vermişim" diyorum. ben de bu kadar yorgun ve bitkin mi görünüyordum acaba?

bir de burada sefarad cemaatine bulaştım azıcık. cemaat başkanı da sağ olsun şahane ilgileniyor benle; dün çıktık, yarın da çıkacağız. ama onları başka bir yazıya saklıyorum. 

21 gün birikmiş dile kolay...     




  

  

martes, 21 de julio de 2015

alışmak için 21 gün

insanın bir şeye alışması için 21 gün geçmesi gerek demişti bir gün bana engin hoca. 

bugün benim uruguay'daki 21. günüm. 

ama sanırım ben gelişimin ilk haftasında uyum sağlamıştım, gerisi günlük rutin takibi. 

bu blog neler yapıtğımı merak eden dostlar içindir ki beni bilen bilir ben genelde yaz seyahatiyse parkta yatarım, kış seyahatiyse evde yatarım:) dolayısıyla uruguay ve güney amerika merakınızı gideremeyebilirim kusura bakmayın....  

bir arkadaşım bana beraber seyahate çıktığımız ve bir şeye ihtiyacı olup da ben şak diye çıkardığım bir sırada "rivka, sen tam profesyonel bir gezginsin" demişti. sanırım, gezmek ve uzun zamandır gezmek neye ihtiyacı olduğunu, olacağını, neyle karşılaşabileceğini kestirme ve hep hazırlıklı olma becerisi kazandırdı bana.  

"v" harfine dikkatli bakın, oradayım!


yine dostlar bilir, uruguay son dönemlerde ülkemizde popüler olduğu için kalkıp gelmedim buralara. son 8 yıldır istanbul'daki uruguay konsolosluğu'nda çalıştığım için artık vaktidir diye düşündüğüm için geldim. ne mujika, ne marihuana, ne eşcinsel evlilik, ne kürtaj, ne her eve bir tablet, ne sekiz saat yasası (ki favori yasam budur!) beni buraya çeken şeylerdi. daha ziyadesiyle hayatımda kontrolüm dahilinde ve dışında gerçekleşen değişiklikleri uzaktan görebilmek ve yorumlayabilmek için kalktım geldim. ama siz zaten bunları biliyorsunuz. 

sadede geliyorum... 

21 günde yaptığım ilk gözlemler---- önce olumlular: 
-istanbul'la kıyasladığınızda küçük bir şehir, her yere kendi standartlarıma göre kısa sürede ulaşıyorum. 
-hiç korna sesi duymadım, hadi abartmayayım bir kez falan duymuşumdur. 
-hiç trafik görmedim.
-hiç koşan/acelesi olan/bir yere yetişmeye çalışan insan görmedim.
-sakin ve dingin kelimelerinin tam karşılığı yaşanan bir şehir hayatı
-sokaklar boş ve benim.
-müzeler ücretsiz, yaşasın! :)
-kış olmasına rağmen (ki bizim soğuk bir sonbahar/ilkbahar günümüz olabilir) bol bol spor (futbol/basket/tenis/paten/rugby) yapan insanlar gördüm.
-bir plajlar var ki aklınız çıkar ve hepsi halka açık. (keşke yaz olsa...)
-kış sezonunda olduğumuz için kültürel hayat epey aktif, yaşasın! :)



-----ve şimdi olumsuzlar:
- montevideo, istanbul kadar pahalı, hatta yer yer daha bile pahalı (e bu sosyalist devlet ücretsiz hizmetlerini bir yerden çıkaracaktı, değil mi?)
- hiç engelli insan görmedim ki bu genelde şehrin onlar için uygunsuz olduğuna işarettir.
- sokaklar bakımsız ve pis, hatta epey pis.
- çok dilenci ve evsiz var (her ne kadar devlet yardım sağlasa da)
- bazı kurumlar devlet tekelinde olduğu ve rekabet olmadığı için yavaş ve az efektif işliyor.
   
gibi gibi gibi

her seferinde önce burada olduğuma inanamıyorum. bu kısmı atlattıktan sonra, burada yaşar mıyım acaba sorusunu soruyorum kendime. bugün ilk defa kendimi, burayı yazın da görmek isterim derken buldum. demek ki bir ara buraya aralık-şubat döneminde geleceğim, hayırlısı artık.... 

21 gündür neler yaptığımı, gezdiğimi, gördüğümü, yediğimi sonra anlatırım. bu yazı başlangıç olsun.